Geniş Ortadoğu'da NATO'nun Geleceği

09 Aralık 2014

İstanbul Zirvesinde alınan Akdeniz Diyalogu’nun geliştirilmesi, İstanbul İşbirliği Girişimi’nin başlatılması ve Irak güvenlik güçlerinin eğitiminde aktif rol alınması kararlarıyla NATO, yeni dönemde Orta Doğu’da kendisine rol arayan aktörler arasına katıldı. Zirve öncesinde ABD’nin ortaya attığı Büyük Orta Doğu Projesi ve Girişimi’nin yarattığı yoğun ilgi ve tartışmaya karşılık, Zirve’de alınan kararlar büyük ölçüde aralarında derin ayrılıklar bulunan müttefikler arası bir uyum arayışının sonuçlarını yansıtacak şekilde muğlak, genel ve sınırlıydı. Bu kararların NATO’nun bölgedeki etkinliğini artırıp artırmayacağını ya da açıkça alan dışına yönelmenin ittifakın bütünlüğünü kaybetmesine neden olup olmayacağını ancak gelecek yıllar gösterecek. Fakat, İstanbul Zirvesi’nde alınan kararlar NATO’nun bu bölgede daha aktif bir rol üstlenme arzusuna işaret ediyor. Bu çerçevede NATO çevrelerinde olası senaryolar üzerinden İttifak’ın 25 yıl sonra Geniş Orta Doğu’da ne konumda olacağı/olabileceği şimdiden değerlendirilmeye çalışılıyor. Bu konuda 29-30 Kasım’da Roma’da NATO Savunma Koleji tarafından düzenlenen ve NATO üyelerinin yanı sıra, Orta Doğu ülkelerinden de yoğun katılımın olduğu “Geleceğe Bakış: Akdeniz ve Geniş Orta Doğu Bölgesinde Ortak Güvenlik Çıkarları ve Tehditleri” başlıklı toplantıda NATO’nun bölgedeki konumuyla ilgili olarak farklı kavramsal çerçevelerden beş olası senaryo üzerinde duruldu.

1) Demokratik Barış: Liberal perspektiften hareket eden ilk senaryo Orta Doğu’da demokrasilerin yayılacağı varsayımına dayanıyor. Buna göre, eğer önümüzdeki 10-20 yıl içerisinde belli sayıdaki otoriter Arap rejimleri demokrasi yolunda ilerleme kaydederlerse, Geniş Orta Doğu’da liberal güvenlik toplumuna gidişin temeli atılabilir. Demokratik Barış anlayışına göre, demokrasiler birbirleriyle ilişkilerinde güç kullanmaktan kaçındıkları için, güç analizcilerinin üzerinde ısrarla durdukları uluslararası sistemin anarşik yapısıyla alakalı güvenlik sorunları uzun vadede Orta Doğu’da gündemden düşer.

Irak’tan başlayarak Büyük Orta Doğu’ya demokratik barış getirmek ABD’nin Irak operasyonu öncesi iddialarından da birsiydi. Fakat, bugün gelinen noktada hem bu olasılığın gerçekleşmesi fazlasıyla şüpheli, hem de yeniden başkanlığa seçilen Bush’un bile bu iddiayı sürdürmesi pek olası gözükmüyor. Dışardan zorlamayla demokrasinin getirilemeyeceği zaten herkesin malumuydu. ABD’nin bugüne kadarki Irak tecrübesi bunu bir kez daha göstedi. Bu nedenle, içerde demokratik değerlere sahip çıkacak güçlü bir sivil toplumun mevcut olmadığı Orta Doğu bölgesinde demokratik barışa ulaşma ihtimali yakın gelecekte zayıf gözüküyor.

Bu ortamda NATO’nun Orta Doğu’nun demokratikleşmesine doğrudan katkı yapabilmesi uzak bir ihtimal. NATO, Orta Doğu’da liberal demokratikleşme ile realist güvenlik işbirliği arasında bir seçim yapmaya zorlandığında, büyük olasılıkla ağırlığı güvenlik işbirliğine verecektir. Bu nedenle, NATO’nun İstanbul Zirvesi’nde aldığı Cezayir, Mısır, İsrail, Ürdün, Fas, Moritanya ve Tunus’la oluşturduğu Akdeniz Diyalogu’nu geliştirme kararı, İsrail dışında tümü otoriter olan bu rejimlerle güvenlik işbirliğini en azından kısa dönemde sürdürme kararlılığını yansıtıyor. Bu durumda, Akdeniz Diyalogu’nun başarısı demokratikleşmeden çok baskıcı rejimlerin güçlenmesine katkı yapar.

2) Güvenlik Rejimi: İkinci senaryo, aynı dönemde NATO ile Orta Doğu ülkeleri arasında sıkı bir güvenlik ağı kurulması olasılığına dayanıyor. Bu durumda, liberal kurumsallaşmacı bakış açısına göre, NATO ülkeleriyle Orta Doğu devletleri arasındaki tüm çatışma ve gerilimler işbirliğini geliştiren karşılıklı güven ve kurumlar aracılığıyla barışçı bir şekilde çözümlenebilir.

Bu senaryonun gerçekleşmesi için en önemli ön şart NATO ülkeleri arasında Orta Doğu’ya yönelik bütüncül bir politika geliştirme ve uygulama konusunda kararlılık ve konsensüs oluşmasıdır. Ayrıca, NATO ile Orta Doğu’nun önemli aktörleri arasında uzun dönemli ortak çıkar birlikteliğinin oluşması da şarttır. Üstelik, bu şartlar gerçekleşse bile, sonuca ulaşmak için uzun dönemli bir çaba gerekli olacaktır. Tüm bunları üzerine, NATO ve Orta Doğu ülkeleri arasında bir güvenlik rejimi ağı oluşturabilmek için öncelikle uzun dönemli yoğun bir güven artırıcı sürecin yaşanması da gerekiyor. Bugün NATO, Orta Doğu halkları ve yöneticileri nezdinde şüphe ile değerlendirilen bir “Soğuk Savaş Örgütü” olma özelliğini aşabilmiş değil. Bölgede NATO’yu kapsayan bir güvenlik rejimi oluşturmanın önündeki en önemli engel, ABD’nin Orta Doğu’daki niyetleri konusundaki şüphe ve ABD ile NATO’nun bölge halklarınca özdeş görülmesidir. Irak ve Afganistan’da olanlar bir yana, İsrail’in Filistin topraklarında devam eden işgali ve yakın dönemde inşa ettiği duvar, NATO’yu kurumsal olarak Orta Doğu ülkelerinden ayırmaya devam ediyor. ABD’nin Filistin-İsrail sorununun çözümü için İsrail’e baskı yapmaktan kaçınması, Araplar arasında ciddi tepkilere yol açıyor. Ayrıca, ABD’nin Irak’taki politikaları ile İran ve Suriye’ye karşı sert yaklaşımları Orta Doğu ülkelerinin güvensizliklerinin giderilmesine hiç de katkıda bulunmuyor.

Özellikle ABD’nin İsrail’e desteğinin yakın dönemde değişmesi ve dolayısıyla Filistin-İsrail çatışmasının çözülmesi kısa dönemde olası gözükmediğine göre, NATO’nun bölgede bir güvenlik rejimi oluşturması ihtimali de pek yakın gözükmüyor.

3) İşlevsel Güvenlik Bağları: Üçüncü senaryo, ikinciyle benzer bir noktaya işaret ediyor, fakat daha dar bir kapsam öngörüyor. Realist ve sınırlı kurumsallaşmacı anlayışa göre, NATO bölgenin şiddet içeren siyasi yapılanmasını değiştirebilecek ya da bölgeden üyelerine yönelebilecek tehditleri engelleyebilecek bir konumda olamayabilir. Yine de, bu durumda NATO güvenlik tehditlerini sınırlandırma ve çevreleme ile çatışma sonrası kiriz yönetimi konusunda etkinliğe sahip olabilir. NATO üyelerinin sıkı işbirliğinin yanı sıra, NATO ile Orta Doğu devletleri arasında paylaşılan ortak çıkarların varlığı bu senaryonun gerçekleşmesi için gerekli unsurlardır.

Bu alternatifin gerçekleşmesi için şu anda gözüken en belirgin ortak çıkar din temelli terörizme karşı alınan tavır. El Kaide gibi terör örgütlerinin Batılı ülkeleri kendilerine hedef seçmiş olmaları kimseyi yanıltmamalıdır; bu örgütlerin ana hedeflerinden biri Orta Doğu’daki mevcut rejimleri yıkmak ve yönetimleri ele geçirmektir. Ayrıca, çeşitli Arap ülkelerindeki saldırılar, bu örgütlerin sadece Batı’yı hedef almadıklarını da gösteriyor. Fakat, terörizmle mücadele NATO ile Orta Doğu ülkelerinin çıkarlarının sadece bir kısmını ifade ediyor. Militan İslam’a karşı ortak çıkarlar öne çıksa da, NATO üyeleri ile Orta Doğu ülkeleri aynı zamanda birbirleriyle çatışan çeşitli çıkarlara da sahipler. Özellikle ABD’nin Irak’a yönelik saldırısı Arap ülkelerinde ciddi bir reaksiyona neden olmuş durumda. Bu çerçevede, Arap rejimlerinin sadece terörle mücadele konusunda bile NATO’yla işbirliği yapmaları, siyasi İslam’la mücadele hassas bir iç konu olduğundan kendi rejimlerini koruma hedefleriyle çeliştiği ölçüde tehlikeye giriyor. Bu nedenle, militan İslam’a karşı savaş ortak hedefini sürdürme kendi içinde sorunlar taşıyor ve bu da bu ortak temelde işbirliğinde başarılı olma şansını azaltıyor.

4) Kriz Yönetimi: Klasik realizmi yansıtan bu senaryo, NATO’yu Orta Doğu’dan algılanacak olası tehditlere karşı etkin bir kriz yönetimi sistemi geliştirecek kapasiteye sahip askeri bir ittifak olarak algılamaktadır. Üçüncü senaryonun aksine, bu senaryoda NATO güvenlikle ilgili bölgesel gelişmeleri etkileme kapasitesine sahip değildir; fakat bu tehditlerin doğrudan NATO ülkelerine yönelmesine engel olabilecek konumdadır. NATO’nun bölgede güvenilecek ortaklara sahip olmayacağı varsayımına dayanan bu senaryoda İttifak, her yeni sorunda uygun ad hoc kriz yönetimi mekanizmalarına başvurmak zorunda kalacaktır.

Bu senaryonun (ve önceki iki senaryonun) gerçekleşmesinin ön şartı müttefikler arası üst düzey anlayış birliğidir. Her ne kadar ABD ve Avrupalı müttefikler terörizmle mücadele konusunda genel olarak anlaşıyorlarsa da, bu konuya verdikleri öncelik ve tercih ettikleri mücadele yöntemleri farklılıklar gösteriyor. Ayrıca, Avrupalı müttefiklerin Akdeniz’in güneyinden algıladıkları göç bağlantılı tehdit, farklı coğrafi konumu nedeniyle ABD tarafından büyük ölçüde gözardı ediliyor. Kısacası, Atlantik’in iki yakasındaki müttefiklerin tehdit algılamaları ve önceliklerinde farklılıklar ortaya çıkıyor.

Buna ilaveten, İngiltere dışında kalan Avrupalı müttefiklerin küresel oyuncular olmaya hazır ya da arzulu oldukları söylenemez. ABD hariç, NATO ülkelerinin kurumsal olarak Orta Doğu’yla ilişkilerini geliştirme yetecek kadar mali kaynak ayırdıklarını söylemek de mümkün değil. Son olarak, ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik tek taraflı politikalarını yakın dönemde çok taraflılık lehine değiştirmeye arzulu olduğuna dair bir işaret yok. Bu da NATO’nun kurumsal olarak bölgede etkin olmasını engelliyor.

NATO’nun özellikle Avrupalı müttefiklerinin Orta Doğu petrollerine bağımlılığı önümüzdeki 10-20 içerisinde arttıkça, bölge enerji kaynaklarının Batı’ya düzenli akışını sağlama konusunda daha vurgulu bir şekilde ifade edilecek ortak çıkar ilerde NATO ülkelerinin bölgeye yönelik politikalarında daha ileri düzeyde uyuma yol açabilir. Her ne kadar bu orta-uzun vadede işbirliği olasılığını artırıyorsa da, NATO’nun bu tür bir güvenlik sorununu çözecek en uygun araç olup olmadığı da pek çok kuşkuyu içinde barındıran bir soru. Bu çerçevede, NATO’nun ya da herhangi başka askeri ittifakın 1970’lerdeki iki petrol krizinin yönetilmesinde önemli bir rol oyna(ya)madıkları da hatırlatılmalı.

5) Uzaklaşma: Beşinci senaryo NATO’nun Orta Doğu politikasının tamamen başarısızlığa uğramasını içermektedir. Realizmin katı gerçeklerinden hareket eden bu senaryoda NATO, bölgede ortaya çıkacak tehditleri ortak girişimlerle engelleyebilecek bir konumda olmayacaktır. Bu durumda, muhtemelen coğrafi yakınlık veya ortak algılanan güvenlik tehditlerinden hareketle bir araya gelen belli sayıdaki İttifak üyeleri Orta Doğu’da NATO’nun oynayamadığı rolü yerine getirmeye soyunabilirler. Bu durumda kurumsal olarak NATO’nun rolü ise Kuzey Atlantik bölgesine yönelebilecek Orta Doğu kaynaklı devlet merkezli tehditleri caydırmakla sınırlı kalacaktır. Tabii, devlet dışı aktörlerden gelebilecek tehditlere karşı bu tür bir askeri caydırma stratejisinin bir anlamı olmayacağı açıktır.

Bu senaryo çerçevesinde, NATO ülkelerinin Orta Doğu’ya yönelik ortak bir politika üzerinde uzlaşamamaları nedeniyle NATO’nun bu bölgedeki rolü orta-uzun vadede çok sınırlı kalabilir – hatta bir rolü dahi olmayabilir. NATO’nun Orta Doğu’daki başarısızlıkları (ve/veya ABD’nin Irak’taki başarısızlığı) sonucunda dağılma sürecine girebileceğini ileri süren analizciler de var. Elbette bu en kötü durum senaryosu olmakla birlikte, Afganistan’daki NATO gücünün etkisiz kalması ya da çeşitli NATO ülkelerinin Irak’ta giriştikleri istikrarlı bir rejim oluşturma çabalarında başarısız olmaları durumunda NATO içerisinde önemli bir kriz yaşanması ihtimali de hayli yüksektir.

Tüm bu senaryolar içerisinde, NATO’nun birinci senaryoyu gerçekleştirmedeki etkisi fazlasıyla sınırlı; ikinci senaryonun gerçekleşmesi ise gerçekçi olarak beklenebilecekten çok daha olumluunsurların bir araya gelmesini gerekli kılıyor ki, bu da pek olası değil. Bu durumda NATO, eğer bölgede herhangi bir rolü olsun istiyorsa, beşinci senaryonun gerçekleşmesinden kaçınmaya çalışmalıdır. Üçüncü ya da dördüncü senaryolardan hangisini gerçekleştirmek için çaba gösterilmesi gerektiğini tahmin etmek içinse henüz çok erken. Fakat, bu arada, eğer NATO üçüncü senaryonun gerçekleşmesi için fazla baskıcı olursa, işlerin umulduğunun tersine dönmesine de neden olabilir.

İstanbul Zirvesi, Orta Doğu’ya yönelik tehlikelerle dolu, fakat müttefiklerin gerekli gördükleri çeşitli açılımlar getirdi. Eğer bu açılımların başarılı olması isteniyorsa ya da en azından ciddi başarısızlıklardan kaçınılmak arzulanıyorsa, NATO’nun sorunlu Orta Doğu bölgesindeki faaliyetleri açık, belirgin, tutarlı ve tedbirli bir strateji çerçevesinde şekillendirilmeli; İttifak bölge ülkeleriyle güvenliğin geniş anlamı çerçevesinde, askeri tedbirlerden ziyade siyasi yönüyle ilişkiye girmeli; ve çeşitli politikaları arasında koordinasyon sağlarken, bölge ülkelerine temel önceliğinin bölgenin transformasyonu ve rejimlerin reformu olduğunu, fakat bunu dışardan zorlama tedbirlerle gerçekleştirme yerine, içerde bu yönde mevcut yapılara destek vermeyi tercih edeceğini açıkça göstermelidir. Son olarak, NATO üyeleri bölgeye yönelik demokrasi havariliği yapar ve rejim değişikliği söylemleri geliştirirken, aynı zamanda bölge ülkelerinde rejim değişikliğinin önündeki en önemli engel olan mevcut otoriter rejimlere mali ve siyasi destek sağlamaktan kaçınmalıdır. Bölgede ortaya çıkacak sosyal ve siyasi hareketlenmeler sonucu siyasi İslam’ın yükselmesi riski, çeşitli NATO ülkelerini bu güne kadar değiştirmeyi arzuladıkları rejimleri ayakta tutmaya yardım eden politikalara yöneltti. Bu ortamda, pek çok NATO üyesinin tercihi “kontrollü demokrasi” şeklinde ifade edilebilecek bir geçiş süreci yaşanması. Fakat, bölge ülkelerinin bu geçişi gerçekleştirebilecek aydın diktatörlere sahip olmaması bu umudun önündeki en önemli engel. Bu durumda, Orta Doğu’nun Siyasal İslam ile otoriter rejimler arasında binamaz kalmaya mahkum bir coğrafya, NATO’nun da bu senaryonun beceriksiz reformcusu ve gönülsüz izleyicisi olması ihtimali önümüzdeki kısa-orta vadede hayli olası gözüküyor.

 

*Bu yazı PANORAMA Dergisi'nin Aralık 2004/7. sayısında yayımlanmıştır.