Avrupa 17 Aralık'ta Brüksel'de Neyi Tartıştı? Uzun İnce Yolda Zihinsel Sınırlamalar ve Türkiye'nin AB Macerası

11 Ocak 2005

17 Aralık 2004’de Brüksel’de toplanan Avrupa Birliği devlet ve hükümet başkanları sadece 3 sayfa ve 6 maddesi Türkiye’yle ilgili, ekleriyle birlikte toplam 27 sayfa ve 83 maddeden oluşan bir bildiri yayınladı. Üyelik süreciyle ilgili tartışmaların toz dumanı arasında az sayıdaki uzman dışında Türkiye’de hemen hiç kimsenin tamamını okuma zahmetine katlanmadığı, Türkiye’yle ilgili maddelerin de yer aldığı “Genişleme”, “Terörizm”, “Mali Çerçeve”, “Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Bölgesi” ile “Dış İlişkiler” bölümlerinden oluşan karar metni, AB’nin son yıllarda geçirdiği önemli değişimi açıkça ortaya koyan ve kimliğini arayan Avrupa’nın kısa-orta vadede nasıl bir yapıya doğru gelişeceğine dair işaretler veren bir pazarlığın ürünü. Türkiye’de sadece halk arasında değil, ama aydın, karar verici ve karar oluşturucu kesimlerde de yaygın bir maraz olarak karşımıza çıkan “Türkiye’yi dünyanın merkezi sanma” hastalığı ve bunun arızî sonucu olan “dünyada herkesin tek işinin Türkiye’yle uğraşmak olduğu” yanılgısı, metnin yayınlanmasının üzerinden on beş gün geçmiş olmasına rağmen bizi hala Brüksel Avrupa Konseyi Başkanlık Sonuçlarını toplu olarak değerlendirme ve Türkiye’yle ilgili kararları da bu genel çerçeve içerisinde görmekten alıkoyuyor.

Daha Zirve başlamadan basına sızan/sızdırılan Türkiye’yle ilgili taslakların büyük bir duygusallık ve hamaset içerisinde tartışılmasıyla başlayan ve metinde yazanlardan çok, çeşitli devlet adamı, siyasetçi, uzman, akademisyen, gazeteci ve benzeri kesimlerin ikinci elden bilgiye dayanan ve daha çok arzularını yansıtan yorumların yarattığı tepki, eleştiri ve karşı eleştiri gürültüsü arasında kelimenin tam anlamıyla “daha ne olduğunu anlayamadan” müzakere edilerek sonuca bağlanan karar, aslında Türkiye’nin Avrupa’yla 1950’lerden bu yana yaşadığı aşk-nefret ilişkisi içerisinde geliştirdiği bağlantının yakın gelecekteki çerçevesini belirleyecek çok önemli unsurlar içeriyordu.

Öncelikle, 17 Aralık Brüksel Zirve Sonuçları Türkiye’ye tam üyelik müzakerelerine başlamak için kesin bir tarih verdi: 3 Ekim 2005. Önemli sayılabilecek bir takım sınırlamalara da yer vermesine rağmen, 3 Ekim artık geri dönüşü olamayacak kadar kesin bir tarih ve Türkiye’nin tam üyeliğe giden yolunun çetrefilli başlangıcına işaret ediyor. “Avrupalılar yine Türkiye’yi geciktirmeye çalışıyorlar” kolaycılığından sıyrılıp bu tarihe büyük resim içerisinde bakabilirsek, Avrupa içi siyasi mücadelelerin ve Avrupa’nın geleceğiyle ilgili tartışmaların yansımalarına rastlarız.

Avrupa’nın entegrasyonu başlangıcından beri iki önemli görüşün mücadelesine tanık olmuştur. Bunlardan ilki, sürekli işbirliği alanlarını genişletip, Brüksel bürokrasisinin yetkilerini artırarak derinleşme yoluyla entegrasyonu olası en üst düzeye çıkartmak ve nihayetinde de federatif bir yapıya ulaşmayı hedeflemektedir. Fransa Kralı Philip le Bel’in danışmanı olan Pierre Dubois’in 1305’de “Avrupalı Hristiyan prensleri (Müslümanlara karşı) birleştirecek bir federasyon kurulması” fikrini ortaya attığından beri bu görüşü savunan güçlü düşünür, siyasetçi ve zaman zaman da devletlerin açıkça ifade edilmese bile ortak noktaları siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik v.b. açılardan mümkün olduğunca birbirine benzer yapılardan oluşan, ortak bir tarih ve kültür bilincine sahip, mümkün olduğunca homojen, kontrol edilebilir ama aynı zamanda tanımı gereği “coğrafi Avrupa” içerisinde kapalı kalacak bir yapıya ulaşmak olmuştur. Bu görüşü savunanlar, AB’yi felsefi düzlemde adeta bir Orta Çağ şehir devleti gibi algılayarak, dışarıda kalan tehdit dolu dünya ile aralarına büyük ve güçlü duvarlar (gümrükler, kotalar, güçlü ordular, ortak tavır ve politikalar v.b.) örerek güvenliklerini sağlamayı ummaktadırlar. Bunlar aslında Batı Avrupa merkezli bir yapıyı tercih etmekte ve AB dışı Avrupa’yı da en klasik coğrafi sınırlarıyla tanımlamaktadırlar.

Buna karşılık, Emeric Cruce’un Avrupa’da nihai barışa ulaşmak için 1623’de ortaya attığı tarafsız bir kentte tüm dünya hükümdarlarının temsilcileriyle sürekli bir meclis (Burada Osmanlı Padişahına Papa’dan sonra ikinci sıra verilecekti!) oluşturulması fikrinden yola çıkan ikinci görüş ise devletlerin egemenlik haklarının özüne dokunmadan mümkün olan en fazla yetkiyi merkeze devrederek, farklı politikaların uyumlaştırılması yoluyla entegrasyonu hedefleyenlerin savundukları pozisyondur. Burada, üye ülkelerin homojenleştirilmesinden ziyade, mümkün olduğunca fazla alandaki politikalarının uyumlaştırılması yoluyla amorf, çok kültürlü, ama ortak temellerde fikir birliğinde olan bir yapı oluşturma çabası hakimdir. Bu görüşü destekleyenler, AB’nin Avrupa çapına genişletilmesi ve Birlik dışında kalacak devletlerin tehdit oluşturmamaları için mümkün olduğunca geniş bir çevre’yle tam üyeliğe varmayacak farklı düzeylerde entegrasyon modelleri (Akdeniz Diyalogu, Geniş Avrupa Komşuluğu vb) geliştirilmesini de savunuyorlar. Nihai analizde, bu görüşte olanlar için Avrupa, basit ve sabit coğrafi sınırların ötesinde, ortak bir idealler bütününü savunan ülkelere işaret eden dinamik bir tanıma sahiptir.

Avrupa entegrasyonunun gelişim sürecine bakıldığında, özellikle “genişleme-derinleşme” ikileminde sürekli bu tartışmanın izlerini görmek mümkün. Bu çerçevede Soğuk Savaş’ın son yıllarına “derinleşme” önceliğiyle giren, o günkü adıyla, Avrupa Toplulukları, her ne kadar 1992 Maastrict ve 1997 Amsterdam Antlaşmalarıyla “Birlik” haline geldiyse de, uygulamada tek para bölgesi, sosyal politikaların uygulanması, ortak dış ve güvenlik politikaları gibi konularda üyeleri arasında farklılaşma ve istisna tutulma talepleriyle karşılaşınca resmi düzlemde de farklılaştırılmış entegrasyon düzeyleri yaklaşımına geçiş yaptı. Bu arada, Soğuk Savaş sonrası ortamda Komünist sistemden vazgeçen eski orta ve doğu Avrupa’daki ülkelerinin demokratikleşme ve liberalleşme girişimlerinin ancak bu ülkelerin AB’ye entegrasyonuyla desteklenebileceği ve kıta çapında bir güvenlik toplumuna (security community) ulaşılabileceği anlayışı, AB’nin genişleme karşıtı ve derinleşme yanlısı üyelerini bile 1997 Lüksemburg Zirvesindegenişlemeden yana tavır almaya zorladı. İlk görüşü savunanlar, bu tarihi adımı izleyen ve Birliğin bu güne kadar yürüttüğü en çetrefil ve yoğun müzakere süreci sonunda Mayıs 2004’de on yeni üyenin katılımıyla genişleme sürecinin sona ereceğine ve artık derinleşmeye yoğunlaşılabileceğine inanıyorlardı.

Fakat, sürecin sonunda gelinen nokta, yeni üyelerin uyum sorunları ve özellikle de Irak krizi sırasındaki tavırlarının da açıkça gösterdiği gibi, derinleşme yoluyla entegrasyonun bunca genişlemiş bir Birlik için artık neredeyse imkansız bir hedef haline geldiğine işaret ediyordu. Bu durumun anlaşılması, Birlik içerisinde uyumlaştırma yoluyla entegrasyonu ve AB’nin daha da genişleyerek tüm Avrupa’yı kapsayan çok kültürlü bir oluşuma dönüşmesini savunanların elini güçlendirdi. Aynı dönemde ortaya çıkan yeni tehdit dinamikleri, Soğuk Savaş sonrası beliren tek kutupluluk işaretleri, 11 Eylül sonrası ortamda kendi içine kapanmanın Avrupa güvenliğini sağlamaya yetmeyeceğinin görülmesi ve küreselleşen dünyanın güçlü ekonomik bloklarının istikrarının siyasi etkinlikten geçtiğinin anlaşılması Avrupa’yı, kendi içinde giderek derinleşen ve aynılaşan bir yapı yerine, etkinliğini dünyanın çeşitli bölgelerinde hissettirebilecek genişleyen ve farklılıkların uyumlaştırılmasına dayanan bir modeli tercih etmeye zorladı.

Tüm bunların yanı sıra, 17 Aralık’a giden süreçte Avrupa kamuoylarında Türkiye’ye müzakere tarihi verilip verilmemesiyle ilgili yapılan tartışmalar, aslında Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri geciktirilen, bir türlü cesaretle ele alınamayan, Avrupa’nın ve Avrupalı kimliğinin ne olduğu üzerine uzun zamandır biriken argümanların ortaya konulmasıydı. Bir diğer ifadeyle, Brüksel’de Avrupa, Türkiye üzerinden kendi kimliğini ve 21. yüzyıldaki sınırlarını tartıştı. Kimlik konusunda çalışanlar, bireyin kendi kimliğini sorgulamasının ne kadar çetrefil bir süreç olduğunu, insanın (sonu olumlu olacak olsa da) kimliğini değiştirmeye direndiğini ve bu konunun tartışılmasının bile bireyde rahatsızlık uyandırdığını gayet iyi bilirler. Avrupa da Brüksel’e giden süreçte aslında son onbeş yıldır çeşitli gelişmeler sonucunda yıpranan ve değişime zorlanan geleneksel-tarihsel kimliğini sorguladı. Bu konudaki farklı görüşler içerisinde esas itibariyle içe kapanmacı, Roma-Hristiyan temelli ve coğrafi “Avrupa” taraftarları ile dışa açık, çok kültürlü ve siyasi “Avrupa” arayanlar arasındaki tartışma belirleyici oldu ve Türkiye burada her iki görüşün kristalleştirmesinde önemli bir rol oynadı. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın kendi halkına Türkiye’yle ilgili kararının gerekçelerini açıklarken kullandığı ve Türkiye’de yine çok sündürülen “hepimiz Bizans’ın çoçuklarıyız” ifadesini bu kapsamda ele almak gerekiyor.

Bu tartışmada şimdilik kazananlar ikinci görüşü savunanlar oldu, ama mücadelenin burada bitmediğinin işaretleri de hemen Fransa ve Avusturya’daki tartışmalarla geldi. Hiç şüphesiz bu tartışma, bir gün tam üye olmasına veya kesin olarak başka bir yola sapmasına kadar Türkiye üzerinden sürüdürülecek ve süreç uzadıkça daha karmaşık, daha usandırıcı ve daha kırıcı hale gelecektir. Burada Türkiye’ye düşen soğukkanlılığını koruyarak, büyük-küçük her Avrupalı siyasetçinin yaptığı açıklamalara duygusal tepkiler vermemektir. Bunu da ancak “Türkiye’nin dünyanın merkezi” ve Avrupa’daki her tür tartışmanın esas öznesi (tartışma kendi üzerinden yapılsa bile) olmadığını akılda tutarak yapabiliriz. Unutulmamalı ki, Türkiye’nin vereceği plansız tepkiler sadece Türkiye karşıtlarının ve Avrupa kimliğini dar yorumlama taraftarı olanların elini güçlendirecektir. Dar bir Avrupa’da ise Türkiye’ye yer olmadığı açıktır.

Bu çerçevede, 1963’den beri çeşitli eksiklikleri (demokratikleşememe, insan hakları sorunları, kalkınamama v.b.) ve fazlalıkları (yüksek enflasyon, büyük nüfus, tehlikeli komşular v.b.) nedeniyle Avrupa’ya entegrasyonu geciktirilen Türkiye’ye son beş yıl içerisinde önce tam üyelik perspektifi tanınması, ardından müzakere tarihi sözü ve son olarak Brüksel’de tarih verilmesinin yukarıda ele alınan iki sürece paralel geliştiği ortadadır. Bir anlamda, büyük ölçüde Türkiye’den bağımsız bir şekilde Avrupa ve dünyanın dönüşümü Türkiye’nin AB üyeliğini gerekli hale getirmiş, sonunda Türkiye ile genel olarak AB’nin tercihleri 1963’den beri ilk defa bu kadar yakınlaşmıştır. Nasıl ki 1997’de Lüksemburg’da tam üyeliğe ehil bile sayılmayan Türkiye’nin iki yıl içinde birden Helsinki’de “tam üyeliğe aday ülke” haline gelişini anlayabilmek için “ben merkezci” analizi bırakıp (Türkiye Lüksemburg’dan Helsinki’ye fikir değişikliğini gerektirecek bir şey yapmamıştı!), Avrupa ve dünya gelişmelerine bakmak lazımsa, aynı şekilde bundan sonra Türkiye’nin Avrupa entegrasyonu macerasının nasıl gelişeceğini ve bu süreçte Türkiye’nin neler yapması gerektiğini (ya da yapmak zorunda kalacağını) yine Türkiye dışında Avrupa ve dünyanın gelişimini izleyerek bulmak mümkündür. Bu arada, Türkiye’den talep edilecekler konusunu merak edenlere, 17 Aralık Konsey kararına değil, Zirveden önce Türkiye’ye destek vermek için oylama yapan ve basınımıza büyük ölçüde Yeşiller ve Sosyalistlerin şov görüntüleriyle yansıyan Avrupa Parlamentosu’nun aldığı kararın tam metnine bakmaları tavsiye olunur.

Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde Türkiye’nin yapacağı seçimlerin çok uzun vadeli sonuçlara gebe olduğu ortadadır. Dünya dinamiklerinin sürekli değiştiği kaygan bir zeminde çok zor ve temel tercihlerle karşı karşıya kalan Türkiye’nin seçimini yaparken akılda tutması gereken bir takım sorular 17 Aralık sürecinde apaçık ortaya çıktı: Zirve öncesinde tahmin edilemeyen ve beklenmedik hiçbir yönü olmayan 17 Aralık kararının Zirve’nin ardından bu kadar kafa karışıklığı ve tartışmaya yol açmasının ülkedeki aydın/entelektüel kesimin kafasının karışıklığı ve siyasi pozisyon kapma yarışının dışında herhangi bir açıklaması var mıdır? Türkiye temel doğruları konusunda toplumsal oydaşmalar oluşturmadan ve her adımda yeniden kendini sorgulayarak daha ne kadar akıntıya karşı kürek çekmeye devam edebilir? Sokaktaki simitçisinden ameliyathanedeki beyin cerrahına kadar herkesin birkaç gün içerisinde uluslararası ilişkiler uzmanı ve son dönemin moda ifadesiyle “stratejist” olduğu bir ülkede, hangi “uzman” kadrolar, nasıl dış politika alternatifleri üretebilir, müzakere yürütebilir? Böyle bir ortamda, en zor ve kapsamlı kısmının (bazı uzmanlara göre %80’inin) aday ülke içi pazarlıklardan oluştuğu AB müzakere sürecinde, Türkiye kendi içinde gerekli olan uzun dönemli kamuoyu desteğini nasıl sağlayabilir? Ya da sağlayabilir mi? Son olarak, Türkiye 3 Ekim’in bir son değil başlangıç olduğunu görerek, kısır tartışmaların ötesinde bir an önce kendi önceliklerini belirlemeye başlayabilir mi? Unutmayalım ki, kendi önceliklerimizi belirleyemeden başlayacağımız bir müzakere süreci hiç gerekmeyen ödünleri vererek ilerlememize neden olacaktır.

Tüm bu kakofoni içerisinde Türkiye’ye 17 Aralık’da tarih verilmesiyle geçici olarak geri çekilenler muhtemelen Avrupa Anayasa’sının üye ülkelerdeki onay aşamasında tekrar yüzeye çıkacaklar ve Avrupa içi (ve hatta üye ülkeler içi) güç mücadelesi yine Türkiye üzerinden yürütülecek. Bu ortamda Türkiye, soğukkanlılığını kaybetmeden yapması gerekenlere odaklanarak, kendi dışında gelişen ve gidişatını etkileme olanağına sahip olmadığı bu süreçte ortaya çıkacak olumsuz eleştirilere/ifadelere fazla önem vermeden kendine çizdiği yolda ilerlemek zorundadır. Önemli olan 3 Ekim’de müzakerelere başlamaktır. Bir kere müzakereler başladıktan sonra 17 Aralık kararının olumsuz bulduğumuz yönlerini değiştirmek için önümüze çeşitli fırsatlar çıkacaktır. Üstelik bu olumsuzlukların önemli bir kısmı da (özellikle geçici ya da sürekli kısıtlamalarla ilgili olanlar) Türkiye’nin uyum dinamiği içerisinde anlamsız hale gelerek, ortadan kalkacaktır. Bu süreçte Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini artık ancak ve sadece kendisi durdurabilir. Şu anda AB ve Türkiye’de buna karşı çıkanların, müzakere sürecinin her aşamasında Türkiye’yi geri çekilmeye ve 17 Aralık kararında 23/5’de ifade edilen, “üyelik yükümlülüklerini bütünüyle yüklenebilecek konumda” olmayan adayların “Avrupa yapılarına mümkün olan en güçlü bağla tamamıyla demirlenmesi” alternatifini seçmeye zorlayacakları ortadadır. Türkiye son 15 gündeki gibi ilgili/ilgisiz tartışmalarla vakit geçirmek yerine, yapılması gerekenlere odaklanırsa, bu grupların çabalarını rahatlıkla boşa çıkartabilir. Aksi taktirde, ufukta bize gözüken “çağdaş medeniyet” yolunda Mehter Marşı eşliğinde iki ileri-bir geri ilerleme çabasıdır.

 

*Bu yazı PANORAMA Dergisi'nin Ocak 2005/8. sayısında yayımlanmıştır.