Enerji Satrancında Şahımız Mat Olabilir mi?

03 Temmuz 2007

Röportaj: Prof. Dr. Mustafa Özcan ÜLTANIR

Ültanır: Sayın Aydın, Sovyetlerin çöküşünden sonra Türkiye ortaya çıkan Türki Cumhuriyetlerle, başlangıçta karşılıklı olarak büyük bir heyecanla çok sıcak ilişkiler geliştirmeye girişti. 2000 yılına kadar da Türkiye’nin o bölgede aktif olduğunu görüyoruz. Bu dönemde tasarlanıp, kotarılan, anlaşmaya bağlanan projeler var. Bunlardan gerçekleşen en önemlisi Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı projesi. 2000 sonrası Türkiye’nin bölgede etkinliği azalırken Putin’in yönetiminde, o bölgeyi kendisinin arka bahçesi olarak gören Rusya’nın etkinliğinin arttığını görüyoruz.

2000’li yıllardaki gelişmelerin baş aktörü Putin, Orta Asya üzerindeki politikalarını yoğunlaştırmış bulunuyor. Putin, Orta Asya’nın doğalgazını Kazakistan ve Türkmenistan ile vardığı uzlaşmalar sonucu büyük ölçüde el altına almış durumda. Özbekistan’ın da bu doğalgaz işbirliğine katılması söz konusu. Avrupa’ya gaz satışı için Türkiye’nin projelerini önünü kesmekten öte, oluşumunu engelleyen yeni hat projeleri ortaya çıkardı. Karadeniz’e çıkan petrolün dünya pazarlarına taşınması için Türkiye dışından geçen Bulgaristan-Yunanistan hattına destek vererek, Türkiye’ye ekonomik ve stratejik kayıp yüklerken, Karadeniz’e çıkan Kazak petrollerini de yönlendirerek, Bakü-Tiflis-Ceyhan’ın ilerdeki gelişimini engeller duruma geldi.

Putin’in Rusyası, Enerji Koridoru ve Enerji Terminali olmayı hedeflemiş Türkiye’ye, enerji satrancında “şah-mat” der gibi. Biz bu büyük oyunu kaybediyor muyuz? Bu gelişmeleri uluslararası politika penceresinden nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aydın: İsterseniz ilk soruda konuya biraz geniş çerçeveden bakalım. Türkiye sizin de söylediğiniz gibi Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra 1990’lı yıllarda, büyük bir heyecan, heves ve arzuyla ama benim gördüğüm kadarıyla plansız, programsız bir şekilde bölgeye girdi. Daha önceden bu konuda fazlaca düşünülmediği ve bunun bir planı-programı yapılmadığı için Türkiye’de her devlet kurumu ve devlet dışı bütün ilgili kurumlar kendi politikalarını uygulamaya koydular. Böyle herkesin üst bir planlama olmadan kendi önceliklerini uyguladığı bir dönemden geçildi. Bu aşağı yukarı dört-beş yıllık bir dönemdir, 1995’e kadar gelir.

Bu dönemde Türkiye pek çok yeni politikayı gündeme getirdi. Bunların bir kısmı bugüne kadar devam ediyor. Bir tanesi doğu-batı enerji koridoru projesi. Bir diğeri büyük öğrenci projesi gibi. Bunların da tabii bir kısmı başarılı oldu, hepsi olamadı. Genel çerçevede bakıldığında, ben Türkiye’nin Orta Asya ile ilgili hevesinin aşağı yukarı 1995 yılında kırıldığını düşünüyorum. Bunun pek çok nedeni var. Bunların içinde enerji ile ilgili olanlar da var, ama çok ayrıntıya girmeye gerek yok. Fakat, karşılıklı yaşanan hayal kırıklıkları, beklentilerin yerine getirilememesi veya yerine gelmemesi ve Türkiye’nin o bölgede aktif olarak bulunmasına imkân sağlayacak ekonomik kapasite ve siyasi güçten yoksun olması esas nedenler olarak öne çıkar.

Bunlara ek olarak Rusya’nın 1993 sonunda ilan edip 1994 başında uygulamaya başladığı, ama etkilerini 1995’den itibaren gördüğümüz “yakın çevre” politikası vardır. Orada Rusya temel olarak “eski Sovyet coğrafyasında ben hâkim olacağım, başkaları olmayacak” demiştir. Bu aslında o dönemde İran ve Türkiye’ye yöneliktir. Çünkü o coğrafyada o dönemde sadece bu ikisi oynamaya, etkin olmaya çalışıyordu.

Bir başka çok etkili ama sıklıkla gözden kaçırılan unsur, enerjiyle de doğrudan bağlantılı, Amerika Birleşik Devletleri’nin 1995’den itibaren bölgede kendisinin etkin olmaya karar vermesidir. 1989’dan başlamak üzere ABD’nin 1995’e kadar Hazar ötesi, hatta Kafkaslar’ı da dâhil edersek, bu coğrafyayla ilgili belli bir politikası yoktu. Orayı uzak bir bölge olarak değerlendirerek, politika geliştirmeye çalışıyordu. Bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nin burada iki ayaklı bir politikası dikkat çekiyordu.

Bunlardan birisi, Rusya’yı küstürmemek, bu daha çok ABD’nin küresel politika öncelikleri çerçevesinde gündeme geliyordu. İkincisi de Clinton’un gündeme getirdiği, uluslar arası sistemin alt bölgelerinde farklı ortaklarla çalışma politikasıydı. Bu çerçevede ABD Avrasya’ya baktığında Türkiye ve Rusya’yı görüyordu. O yüzden de Hazar coğrafyasında, Kafkaslar’da ve Orta Asya’da 1995’e kadar Türkiye ile çalışmıştır. Türkiye’yi cesaretlendirmiştir. Sadece bölgede etkin olması için Türkiye’yi değil, Türkiye ile işbirliği yapmaları konusunda bölge ülkelerini de cesaretlendirmiştir.

Yine hatırlarsınız, 1995 bölgedeki enerji kaynaklarının miktarlarının Amerika açısından aşağı yukarı belirginleştiği dönemdir. Amerikan petrol şirketleri artık uluslararası sözleşmeleri imzalamış oldukları dönemdir. O nedenle de Amerika Birleşik Devletleri bir taraftan siyasi olarak politikasını belirlediği, diğer taraftan özellikle petrol şirketlerinin baskısını hissettiği için bölgeye kendi germeye karar verdi ve bu da Türkiye üzerinden girme ihtiyacını ortadan kaldırdı. O kararı verdikten sonra, zaten Türkiye’nin arkasındaki Amerikan desteği de kalmayınca, Türkiye’nin bölgede çok etkili olma şansı kalmadı.

Türkiye 1995’den sonra, bence bilinçli bir kararla değil ama olayların gelişmesinin sürüklediği bir sonuç itibariyle Kafkasya’ya odaklandı. Kafkasya’da da özellikle Bakü-Tiflis-Ceyhan projesinin gerçekleştirilmesine odaklandı. Tabii burada şunu da bir kere daha söylemek lazım; bu proje de aslında büyük ölçüde Amerika Birleşik devletleri’nin gayreti ve çabasıyla gerçekleşti. Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan devlet başkanlarının, özellikle Azerbaycan ve Gürcistan açısından baktığınızda zaman zaman suikast korkusu ve ölüm tehdidi altında bu projeye destek verdiklerini yadsımıyorum. Ama Amerika’nın büyük jeopolitik ağırlığı ve siyasi baskısı olmasaydı, Batılı petrol şirketlerinin buraya yatırım yapmaları sağlanamazdı, bir. İki, Rusya’ya karşı yeterince ağırlık kurulamazdı. Ama bu sağlandı ve Türkiye’nin de büyük gayretiyle proje gerçekleşti.

Bu dönem tabii Rusya’nın, enerji politikaları da dâhil olmak üzere uzun zaman savunmada kaldığı bir dönemdir. Türkiye ve diğer ülkeler bölgede çok hareketliydi. Fakat Rusya 1995’den itibaren başlayan bir süreçle toparlanmaya girdikten sonra ve Türkiye de Kafkaslar’a odaklanınca aralarındaki rekabet enerji üzerine yoğunlaştı. Hatırlarsınız, Bakü-Ceyhan mı kurulsun, Bakü-Novorissisk mi kurulsun kavgası çok yoğun olarak yaşanmıştı.

Bence yazılı olmayan bir anlaşma, yani zımni olarak zaman içerisinde şöyle bir şey ortaya çıktı; Hazarın kuzeyinden Tengiz’den Novorissisk’e bir boru hattı kuruldu, böylece Rusya kendi topraklarından geçecek büyük bir miktar petrolü sahiplendi, buna karşılık da Azerbaycan petrolleri için Türkiye üzerinden Bakü-Tiflis-Ceyhan kuruldu. Uluslararası güç mücadelelerinde, aslında politikada da bu böyledir, her şeyi konuşup imza altına almak zorunda değilsiniz, bazen de karşılıklı tavırlarla birtakım şeyler ortaya çıkar. Burada da böyle büyük bir pazarlığın konuşulmadan yaşandığına inanıyorum.

Yani iki taraf vardı, büyük bir rekabet vardı. İki taraf da birbirine o petrolün hepsini yedirmeme gibi bir gayret içerisindeydi. Dolayısıyla bir orta yol bulundu ve petrol paylaşıldı. Kısacası, Hazar petrolünün batıya nereden aktarılacağı konusunda bir paylaşım yaşandığını düşünüyorum. Böylece, Türkiye’ye Bakü-Tiflis-Ceyhan düşmüş oldu. Nitekim dikkat ederseniz bir noktadan sonra, bu anlaşmanın parçaları ortaya çıktıktan sonra ne Türkiye Çeçenler konusunda konuştu, ne de Ruslar Kürtler konusunda konuştu.

Çünkü bu mücadele sadece enerji diplomasisi üzerinden gitmiyordu;.hatırlıyorum 1991’in ikinci yarısında bir haber, “Rusya, Moskova yakınında bir çiftliği PKK’lı yaralılara tahsis etti”. Niye durup dururken bunu yapıyor? Çünkü birtakım nedenleri var. Diğer nedenlerin yanı sıra, enerji rekabetinde Türkiye’yi rahatsız etmek istiyor. Dolayısıyla, bu rekabetin bu türden de boyutları vardı. Ama birden bire bunlar da ortadan kalktı. Böyle bir paylaşım yaşandı. O tarihten sonradır ki, şu anda çok konuşulan Türk-Rus yakınlaşması süreci başladı.

Bu süreç içerisinde bence Türkiye’nin kaçırmış olduğu çok önemli fırsat, Türkiye’de bu çok tartışılıyor, onu da sorgulama konusu yapabiliriz, o da doğalgaz konusunda Türkmenistan’ın bu işe dâhil edilememiş olmasıdır. Azerbaycan’dan Erzurum’a doğalgaz şimdi gelmek üzere, ama Türkmenistan’ın bu hatta dâhil edilememesi önemli bir eksikliktir. Fakat ben burada biraz Türkiye’deki genel hamasetten ve hükümetleri suçlayan tavırdan biraz farklı düşünüyorum. Birçok enerji uzmanı arkadaşımız da Mavi Akım kurulduğu için bu olmadı diye itirazda bulunuyorlar, ama ben bunun biraz tersini söylüyorum. Bence bu olamadığı için Mavi Akım oldu. Onun olması da Türkiye’nin elinde falan değildi. İki üç nedenden ötürü.

(EkoEnerji, Sayı 7, Temmuz 2007, s. 41-47)